Search This Blog

Sunday, October 31, 2021

BİR MEKTUP

Merhaba,  

Ne çok ıssız vakit bıraktık ardımızda bir merhabasız.  

     Yaprak hışırtılarıyla uyanıyorum bugün de. Hafta sonu da olsa erken kalkmak bana kendimi bir nebze iyi hissettiriyor. Sanki gece tüm dertlerle acımasız bir biçimde  göz göze gelmeyecekmişçesine, fütursuz bir çaresizlikle gündüzümü değerlendirmeye çalışıyorum.

     Bir süredir yalnız yaşıyorum fakat henüz alışamadığımı itiraf etmeliyim. Sanki annem birazdan kapıyı tıklatarak ''Kahvaltı hazırrr!''diye seslenecekmişçesine derin bir hisse kapılıyorum. Fakat birkaç dakika sonra yataktan hızla kalkıyorum. Evde bir ses olsun istiyor, enerjimi yerine getirmesi için Karsu’dan  hareketli bir şarkı açıyorum. Bu aralar sıkça Karsu dinliyorum.

 Şarkının şöyle bir kısmı da var ki :''Verdiğim onca yıla, tek istediğim adalet.” Şarkıcı, adalet kısmını öyle bir coşku ile söylüyor ki ona eşlik etmemi ısrar edercesine. Bu kısmı  işte ben de sesimin yettiği en yüksek sesle söylüyorum. Basit bir şarkıda bile adalete olan  muhtaçlığımın  bu denli gözler önünde olmasına acıyorum.

      Daha sonra penceremi sonuna kadar açıyorum. Güneş tüm cömertliğiyle odama dolsun, geceden kalan tüm kabuslar ise bir ışık huzmesi gibi kaybolsun, istiyorum.     

    Kahvemi hazırlamaya başlıyor, yumurtamı kayısı kıvamında yapmak istiyorum fakat  yumurtayı ocakta yine çok bekletiyor, başaramıyorum. Gariptir ki ne zaman buna önem vermesem yumurtam istediğim kıvamda pişiyor.

 Kahvem damla damla bardağa dökülürken aklıma senin orada çay bardağıyla kahve içtiğin ve bir kahve bardağına  olan özlemini anlattığın  satırlar geliyor. Kahve içebildiğim için huzursuzca utanıyorum kendimden. Fakat sen gelince sana her gün kahve yapmak istiyorum.

   O küçük misket  kurabiyelerine gelecek olursak sana defalarca anlattığım o küçük kurabiyelerin aslında o denli sihirli olmadığını ben de biliyorum fakat o gün ilk kez turuncu örtülü mutfak masanızda, sizler yine hararetli sohbetlere dalmışken kahvenin yanında gelen bu kurabiyeler nedense bana tarif edilemez bir lezzet vermişti.

  Hatrımın kapısına bir de sabah vakti “Anneler Parkın’da” yürüyüşümüz geliyor. Sabah ezanı dahi okunmamışken, her zaman o park yolunu yarım saatte yürüyen ben o gün rüzgârla yarışırcasına kendimi sizin yanınızda bulmuştum. Kimselerin olmadığı parkta, parkı boğan tüm o kafelerin ve dükkânların açılmadığı, bu huzurlu zaman diliminde kol kola geçen o altın dakikalarımız. Gülüşlerimiz ise dinlemeye doyamadığım o şarkı misali hep benimleler.

 Orhan Pamuk  Masumiyet Müzesi romanında bizi selamlarken sevgilisi Fusünla geçirdiği zamanlar için unutamadığım şu  sözü kullanıyor: “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” İşte beraber geçirdiğimiz  o anlar, Orhan Pamuğun da andığı gibi hayatımın en mutlu anlarından olmalı ki içimi güzel hislerle dolduran bir güce sahip.

  Güzel hisler demişken Balkan gezimizi anmadan olmaz. Hatırlıyor musun? Arnavutluk’ta iken eski ahşap sandalyeleri olan küçük bir restoranda balık yemiştik. Sonrasında ise kimsenin bizi tanımadığı  sokaklarda yeni anılar yaratmış, gezmiş, dolaşmış kimseden izin almadan gülüşlerimizi serpiştirmiştik kaldırımlara. Zamanı durdurabilseydim  eğer bu ana gitmek isteğini  hiç düşünmeden istek listeme  koyardım. İşte şimdi bir kez daha çok iyi anlıyorum ki insan yalnızca sevdikleriyle,  yola çıkmalıydı yoksa bu başka ihtimalle intihar olurdu.

Son mektubunda:" Oraları iyi öğrenin, biz geldiğimizde bizi gezdirin." dediğin satırı defalarca defalarca okuyorum. Sen gelinceye kadar ne kadar kısa yol, ne kadar ayrıntı varsa öğreneceğim, şehrin bilinen ve bilinmeyen tüm güzelliklerini akıl tahtama koyacağım. 

 Biliyorum sana pek mektup yazamıyorum, esasen dünyayı kurtardığım falan yok.

Ben kendimi bile fütursuzca kaybetmiş bir hâldeyim. Ama şunu bilmelisin ki, benim için kıymetli olsalar da bazı insanları arayamıyorum, belki onlardan daha az kıymet verdiğim insanları pekâlâ kolayca arıyorum fakat onları aramak işte o pek zor geliyor. Sana sık sık yazamam da bununla ilgili. Her defasında onları öylece arkamda bıraktığım, bir de dostumu bir zamanlar kahkalarla yürüyüş yaptığımız o sokakta şimdi koca bir kış gibi elinde üç beş anı kırıntısıyla ve unutulmaya mâhkum olan soluk kahkalarla bıraktığım için de kendimden korkunç derecede iğreniyorum. İşte bu sıraladıklarım sana da sık yazamayışımın  çaresiz sebeplerinden sadece birkaçıdır.

 Bir kez daha yüksek sesle söylemeliyim ki seni çok özledim; seni anlamak, sana bir selam dahi olsa göndermek istiyorum. Çok özlemler biriktiriyorum içimde, kimini günün birinde sessizce çantamdan çıkarırken sana olan özlemimi ve o güzel anılarımızı ise sıkıca elimde tutmayı başarıyorum. 

 Nasıl oralar bilmiyorum, eğer dünya yaratılıştan beri siyah ve kapalı bir olsa buna kızmazdım ama sana  orayı dünya yapanlara çok kızgınım doğrusu. Günlerinin nasıl geçtiğini  bilmek istiyorum. Bana anlatacakların için ise şimdiden heyecanlanıyorum.

 Eskiden adliyelerden, cezaevlerinden korksam da artık korkmuyorum. Demirtaşlar, İlhan Çomaklar, Altanlar ve ismini sayamadığım, bu ülke adına umut olabilecek kim varsa sessizce orada yerini almışken ben ise artık buralardan korkmuyorum. 

    Bazen rüyalarımda annemle sana geliyoruz, birbirinden farklı meyvelerden yaptığın meyve suyunu içiyorum, sonra uzun uzun senden bu şahane meyve sularının tarifini alıyorum. Ellerim çenemde hayranlıkla tarifi anlatışını dinlerken  konu birden senin blokuna geliyor. Sanki uzun zamandır böylesine  ihtiyaç duyulmayı beklemişler gibi kalemler saklandıkları yerden çıkıveriyor, gözler boş bir kağıt arıyor ve sonra filmlerden, kitaplardan birbirimize listeler yapıveriyoruz.  

   Hatrı sayılır bir vakitten sonra buzdolabındaki  resme takılıyor gözüm. Öğrencilerin mavi önlükleriyle her rengi ve deseni birbirinden farklı olan masa örtülerinde o karede yerlerini almışken, cuma günü yıkanmak için eve götürülecek olmalılar, sen ise iki elini birbirine bağlamış, panoya yaslanmış bana gülümsüyorsun. Seni bir an ders anlatırken hayal ediyorum.

Umutlu kuşlar orada kitaplardan bir dünyada olduğunu haber veriyor. Bu arada Halide Edip’in Mor Salkımlı Ev kitabını okuduğundan bahsetmiştin. Milenaya Mektuplar’ı da benden sonra listene ekleyecektin,okudun mu? Kafka denince söyleyecek pek çok söz var. 

   Kafka hassas biri hatta veremden ölüşünü de buna bağlıyorum çünkü  insanın ruhu hasta olduktan sonra bu hastalık beden hastalığına dönüşüyor. Kafka da mektuplarında bu acı gerçeği doğruluyor: ''Ben ruhen hastayım akciğerlerimdeki sorun yalnızca bu ruhi hastalığın dışarı taşmasından ibaret.'' Peki, eğer okuduysan Milenaya Mektuplar’da en çok beğendiğin kısım hangisi?

 Ben şu kısmı  unutamıyorum, Milena ile mektuplaşmalarının başında, henüz sizli bizli konuşurlarken ''Yardım edin bana Milena! Söylediğimden fazlasını anlayın'' diyor. Söylediklerimizden fazlası anlaşılabilir mi bu mümkünsüzlükler diyarında?


Bu sırada, Beş Sevgi Dili adlı kitabı okuyorum. Kitabın yazarı Gary Chapman 20 yılı aşkın bir süredir dünyayı dolaşarak ilişki, evlilik ve aile üzerine seminerler  veren bir aile danışmanı. Kitapta sevginin beş dili olduğundan bahsediyor. Bunları onaylayıcı kelimeler, kaliteli zaman, hediye alma, hizmet eylemleri ve fiziksel temas olarak açıklarken bu sevgi dillerinin bir de aksanları olduğundan insanların birbirleriyle aynı sevgi dilini paylaşmayı başarabilseler de sevgi aksanlarının burada çok önemli olduğunun altını çiziyor. Kitapta Chapman düğüm olmuş ilişkileri öyle beklenmedik önerilerle çözüme kavuşturuyor ki kitabın başından sonuna kadar bahsettiği çiftlerin asla birleşmeyeceğini düşünsem de her mutlu sonda ben de seviniyorum. Şimdilik kitaba dair izlenimlerim böyle. İki sevgi dilini bitirdim fakat hâlâ benim sevgi dilime dair kesin bir kanıya ulaşamadım.

Son sözü söylemek bana zor gelse de kendine iyi bak, lütfen! Seni sevdiğimi dua listemin sorgusuzca ve değişmeksizin en üstlerinde olduğunu bilmeni isterim. Gözlerinden öpüyorum.

Sevgiyle…

Fatma Betül