Merhaba,
Ne çok ıssız vakit bıraktık ardımızda bir merhabasız.
Yaprak hışırtılarıyla uyanıyorum bugün de. Hafta sonu da olsa erken kalkmak bana kendimi bir nebze iyi hissettiriyor. Sanki gece tüm dertlerle acımasız bir biçimde göz göze gelmeyecekmişçesine, fütursuz bir çaresizlikle gündüzümü değerlendirmeye çalışıyorum.
Bir süredir yalnız yaşıyorum fakat henüz alışamadığımı itiraf etmeliyim. Sanki annem birazdan kapıyı tıklatarak ''Kahvaltı hazırrr!''diye seslenecekmişçesine derin bir hisse kapılıyorum. Fakat birkaç dakika sonra yataktan hızla kalkıyorum. Evde bir ses olsun istiyor, enerjimi yerine getirmesi için Karsu’dan hareketli bir şarkı açıyorum. Bu aralar sıkça Karsu dinliyorum.
Şarkının şöyle bir kısmı da var ki :''Verdiğim onca yıla, tek istediğim adalet.” Şarkıcı, adalet kısmını öyle bir coşku ile söylüyor ki ona eşlik etmemi ısrar edercesine. Bu kısmı işte ben de sesimin yettiği en yüksek sesle söylüyorum. Basit bir şarkıda bile adalete olan muhtaçlığımın bu denli gözler önünde olmasına acıyorum.
Daha sonra penceremi sonuna kadar açıyorum. Güneş tüm cömertliğiyle odama dolsun, geceden kalan tüm kabuslar ise bir ışık huzmesi gibi kaybolsun, istiyorum.
Kahvemi hazırlamaya başlıyor, yumurtamı kayısı kıvamında yapmak istiyorum fakat yumurtayı ocakta yine çok bekletiyor, başaramıyorum. Gariptir ki ne zaman buna önem vermesem yumurtam istediğim kıvamda pişiyor.
Kahvem damla damla bardağa dökülürken aklıma senin orada çay bardağıyla kahve içtiğin ve bir kahve bardağına olan özlemini anlattığın satırlar geliyor. Kahve içebildiğim için huzursuzca utanıyorum kendimden. Fakat sen gelince sana her gün kahve yapmak istiyorum.
O küçük misket kurabiyelerine gelecek olursak sana defalarca anlattığım o küçük kurabiyelerin aslında o denli sihirli olmadığını ben de biliyorum fakat o gün ilk kez turuncu örtülü mutfak masanızda, sizler yine hararetli sohbetlere dalmışken kahvenin yanında gelen bu kurabiyeler nedense bana tarif edilemez bir lezzet vermişti.
Hatrımın kapısına bir de sabah vakti “Anneler Parkın’da” yürüyüşümüz geliyor. Sabah ezanı dahi okunmamışken, her zaman o park yolunu yarım saatte yürüyen ben o gün rüzgârla yarışırcasına kendimi sizin yanınızda bulmuştum. Kimselerin olmadığı parkta, parkı boğan tüm o kafelerin ve dükkânların açılmadığı, bu huzurlu zaman diliminde kol kola geçen o altın dakikalarımız. Gülüşlerimiz ise dinlemeye doyamadığım o şarkı misali hep benimleler.
Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi romanında bizi selamlarken sevgilisi Fusünla geçirdiği zamanlar için unutamadığım şu sözü kullanıyor: “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” İşte beraber geçirdiğimiz o anlar, Orhan Pamuğun da andığı gibi hayatımın en mutlu anlarından olmalı ki içimi güzel hislerle dolduran bir güce sahip.
Güzel hisler demişken Balkan gezimizi anmadan olmaz. Hatırlıyor musun? Arnavutluk’ta iken eski ahşap sandalyeleri olan küçük bir restoranda balık yemiştik. Sonrasında ise kimsenin bizi tanımadığı sokaklarda yeni anılar yaratmış, gezmiş, dolaşmış kimseden izin almadan gülüşlerimizi serpiştirmiştik kaldırımlara. Zamanı durdurabilseydim eğer bu ana gitmek isteğini hiç düşünmeden istek listeme koyardım. İşte şimdi bir kez daha çok iyi anlıyorum ki insan yalnızca sevdikleriyle, yola çıkmalıydı yoksa bu başka ihtimalle intihar olurdu.
Son mektubunda:" Oraları iyi öğrenin, biz geldiğimizde bizi gezdirin." dediğin satırı defalarca defalarca okuyorum. Sen gelinceye kadar ne kadar kısa yol, ne kadar ayrıntı varsa öğreneceğim, şehrin bilinen ve bilinmeyen tüm güzelliklerini akıl tahtama koyacağım.
Biliyorum sana pek mektup yazamıyorum, esasen dünyayı kurtardığım falan yok.
Ben kendimi bile fütursuzca kaybetmiş bir hâldeyim. Ama şunu bilmelisin ki, benim için kıymetli olsalar da bazı insanları arayamıyorum, belki onlardan daha az kıymet verdiğim insanları pekâlâ kolayca arıyorum fakat onları aramak işte o pek zor geliyor. Sana sık sık yazamam da bununla ilgili. Her defasında onları öylece arkamda bıraktığım, bir de dostumu bir zamanlar kahkalarla yürüyüş yaptığımız o sokakta şimdi koca bir kış gibi elinde üç beş anı kırıntısıyla ve unutulmaya mâhkum olan soluk kahkalarla bıraktığım için de kendimden korkunç derecede iğreniyorum. İşte bu sıraladıklarım sana da sık yazamayışımın çaresiz sebeplerinden sadece birkaçıdır.
Bir kez daha yüksek sesle söylemeliyim ki seni çok özledim; seni anlamak, sana bir selam dahi olsa göndermek istiyorum. Çok özlemler biriktiriyorum içimde, kimini günün birinde sessizce çantamdan çıkarırken sana olan özlemimi ve o güzel anılarımızı ise sıkıca elimde tutmayı başarıyorum.
Nasıl oralar bilmiyorum, eğer dünya yaratılıştan beri siyah ve kapalı bir olsa buna kızmazdım ama sana orayı dünya yapanlara çok kızgınım doğrusu. Günlerinin nasıl geçtiğini bilmek istiyorum. Bana anlatacakların için ise şimdiden heyecanlanıyorum.
Eskiden adliyelerden, cezaevlerinden korksam da artık korkmuyorum. Demirtaşlar, İlhan Çomaklar, Altanlar ve ismini sayamadığım, bu ülke adına umut olabilecek kim varsa sessizce orada yerini almışken ben ise artık buralardan korkmuyorum.
Bazen rüyalarımda annemle sana geliyoruz, birbirinden farklı meyvelerden yaptığın meyve suyunu içiyorum, sonra uzun uzun senden bu şahane meyve sularının tarifini alıyorum. Ellerim çenemde hayranlıkla tarifi anlatışını dinlerken konu birden senin blokuna geliyor. Sanki uzun zamandır böylesine ihtiyaç duyulmayı beklemişler gibi kalemler saklandıkları yerden çıkıveriyor, gözler boş bir kağıt arıyor ve sonra filmlerden, kitaplardan birbirimize listeler yapıveriyoruz.
Hatrı sayılır bir vakitten sonra buzdolabındaki resme takılıyor gözüm. Öğrencilerin mavi önlükleriyle her rengi ve deseni birbirinden farklı olan masa örtülerinde o karede yerlerini almışken, cuma günü yıkanmak için eve götürülecek olmalılar, sen ise iki elini birbirine bağlamış, panoya yaslanmış bana gülümsüyorsun. Seni bir an ders anlatırken hayal ediyorum.
Umutlu kuşlar orada kitaplardan bir dünyada olduğunu haber veriyor. Bu arada Halide Edip’in Mor Salkımlı Ev kitabını okuduğundan bahsetmiştin. Milenaya Mektuplar’ı da benden sonra listene ekleyecektin,okudun mu? Kafka denince söyleyecek pek çok söz var.
Kafka hassas biri hatta veremden ölüşünü de buna bağlıyorum çünkü insanın ruhu hasta olduktan sonra bu hastalık beden hastalığına dönüşüyor. Kafka da mektuplarında bu acı gerçeği doğruluyor: ''Ben ruhen hastayım akciğerlerimdeki sorun yalnızca bu ruhi hastalığın dışarı taşmasından ibaret.'' Peki, eğer okuduysan Milenaya Mektuplar’da en çok beğendiğin kısım hangisi?
Ben şu kısmı unutamıyorum, Milena ile mektuplaşmalarının başında, henüz sizli bizli konuşurlarken ''Yardım edin bana Milena! Söylediğimden fazlasını anlayın'' diyor. Söylediklerimizden fazlası anlaşılabilir mi bu mümkünsüzlükler diyarında?
Son sözü söylemek bana zor gelse de kendine iyi bak, lütfen! Seni sevdiğimi dua listemin sorgusuzca ve değişmeksizin en üstlerinde olduğunu bilmeni isterim. Gözlerinden öpüyorum.
Sevgiyle…
Fatma Betül