“Ne oldi sana, ne oldi böyle?
Ne oldi sana, ne oldi böyle?“
Merhaba sevgili dostlar, umarım iyisinizdir. Benim kaç zamandır kafama takılan birkaç mevzu var ama nereden başlasam… Ben kimim, kimlerdenim, neye hizmet ediyorum, hizmet ediyor muyum? Evet, uzun süredir kendimle çatışsam da ailemden dolayı adına kiminin “cemaat”, kiminin “hizmet”, kiminin “Gülen Hareketi”, kiminin “FETÖ”, ilk zamanlarda “paralel yapı” dediği bir insan topluluğundanım yahut hayatımın büyük bir kısmı buralarda geçti diyeyim. Veya sadece insanım – artık siz nasıl derseniz.
Küçükken babamın bürosu, yurtlar, okullar benim için babamla, annemle gittiğimiz, onların işleriyle ilgilenirken benim de kimi zaman yaramazlık yaptığım, kimi zaman oyunlar oynadığım sıcak yerlerdi. Büyüdükçe ise orada kalan, orada okula giden biriydim artık ama neydim, inanın ben de bilmiyorum. Belki de güzel bir dava, belki de paha biçilemez bir yer… Öyle olmalı elbette; yoksa şu dengesiz karakterimdeki az sayıdaki iyi özelliği öğretmenlerimden değil de kimden almış olabilirim?
Fakat ben büyüdükçe sadece oyun oynayan taraf olmadığımı fark ettim; bazı yanlış düşüncelerle, fikirlerle, hedefi buraya uymayan insanlarla karşılaştım ve bunları kanıksayamadım. Evet, burası büyük bir insan topluluğu ama yine de üzüldüğüm birkaç konu var. Bunları sizinle paylaşmak istedim.
AYNI AFRİKA’YA GİTMİYOR MU BU ETLER?
Şimdi, bana kimseler kızmasın. İyisiyle kötüsüyle bir Kurban Bayramı daha atlattık. Ve ta uzakta olan, beni aramayan insanlar “Kurbanı bana verir misin?” diye soruyorlar yahut “İnternetten göndereyim.” dediğimde “Yok, bizim aracılığımızla verin.” diyorlar. Aynı yerden iki kişi de birbirinden habersiz bana kurbanı soruyor.
Yahu biliyorum, çok güzel bir koşturmaca bu. Ortaokulda bizim de elimizde kuzulu bir kâğıt vardı; kuzuyu tamamlayana kadar boyardık, bağışlar toplardık. Ama artık büyüdüm ve bu mevzunun bir kurban kesmekten daha öte bir şey olması gerektiğini düşünüyorum. Ortaokuldaki din kültürü öğretmenimiz dışında acaba bu konu bana ne zaman anlatıldı, hatırlamakta zorlanıyorum.
Her Kurban Bayramı’nda bıkmadan usanmadan kurbanın önemini anlatmalı ve anlamalıyız bence. Sizlere sormak isterim: En son ne zaman Kurban zamanı, kurban sayılarından çok kurbanın önemini konuştunuz? Biliyorum, durumu olan insanlar kurbanlarını vermeli. Ama bu güzel hayır yarışının bir noktadan sonra sıkıcı bir hâl aldığını da düşünüyorum dostlar. Yani yarışa kapılıp anlamını ve manasını keşfetmeyi belki de birçoğumuz atlıyoruz.
TAVŞAN DAĞA KÜSMÜŞ, DAĞ “AMAN” DEMİŞ
İlkokulda küçükken (annem Millî Eğitim’de bir devlet okulunda çalışırdı), annemin okuluna ziyarete gittiğimde öğretmenler odasında iki öğretmenin birbirine küs olduğunu, uzak yerlere oturduklarını ve buna bağlı olarak diğer öğretmenlerin de taraflı oturduğunu görmüştüm. Oysa onlar benim için koca koca insanlardı; bizim gibi küsmezlerdi.
Ama küsüyorlarmış işte… Kimi zaman herkesin herkesle küs olduğunu, bu küskünlük dolayısıyla burada herkesin herkese acı çektirdiğini görüyorum. Dahası ailelerini de uzak tuttuklarını görüyorum.
Yahu Hoca bir görse kemikleri sızlamaz mı? Sizler birbirinizle dövüşmekten, kin tutmaktan nasıl dünyaya ve insanlığa hizmet edecek; diyalog insanı, huzur insanı olacaksınız? Bence bu dava, küsmeye, şahsi kavgalarla zaman ayıramayacak kadar kıymetli. Ayrıca akil insanların da bu kimseler arasında arayı bulmaya çalışarak vakit kaybetmesini, o kişilerin kapısına kadar gitmesini anlamıyorum.
İnandırılanlarla yola çıkılmaz. Arkadan itekleyerek aramıza kattığımız kimler varsa yolu da bizi de yarıda bıraktılar. Naçizane kanaatim şudur ki: Bu işler yürümez böyle.
Enerjimizi daha iyi şeylere kullanmalıyız dostlar… Daha kendimizle anlaşamıyorken, nasıl tüm dünyada kardeşliği yayabilirsiniz ki? Bunu düşünmenizi isterim.
YUSUF KUYUDA YENİ BİR DİL ÖĞRENDİ
Bu yazdıklarımın belki bir tanesini bile söylemeye hakkım yok. Hayatında iki günden fazla parmaklıkları tanımayan ben belki de konuşmamalıyım.
Fakat görüyorum ki pek çok kişi hapishaneleri öyle güzelliyor, öyle yüceltiyor ki… Sanki orada kalanlar hiç eziyet görmemiş, rahat etmiş gibi anlatıyorlar.
Elbette kendini geliştirenler, vaktini ibadetle, okumayla değerlendirenler vardır. Fakat bu, zulmün zulüm olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu bir hak ihlalidir. Ben bunu güzellemeyi şiddetle kınıyorum.
Bunu süslemeyi bırakıp bununla mücadele etmeliyiz. Başka bir şey gelmiyor aklıma. Nice içeriden çıkan insanla bir araya geldim ve inanın bugüne kadar hiçbiri bıraktığım gibi değildi. Hiçbiri bana “Yeni bir dil öğrendim, iyi oldu girdim.” demedi.
BU BAŞLIK ÇOCUKLUĞUMA…
Almanya’ya ilk geldiğimde, şimdi çok yakın dost olduğum bir arkadaşım yeni doğum yapmıştı ve Almanca’da adına “Elternzeit’’ denilen (Türkçesi annelik/ebeveynlik izni) bir izne ayrılmıştı. Her ne kadar herkes bu üç yılı kullanmasa da bu süre Almanya’da üç yıl. Elbette 27 sene önceki Türkiye’de, Millî Eğitim’de çalışan annem ile bunu kıyaslamıyorum fakat bu Elternzeit’ten şunu anlıyorum: Ebeveynlerin ilk üç yılı en önemli zamanmış, çocuğu ile geçireceği süre… Annenin çocuğunu tanıyacağı uzun bir zaman…
Şimdi “Bu Betül taşı kafamıza ne zaman atacak?” diyeceksiniz. Savunun kendinizi. :) Koşturmak uğruna annemden uzak geçen çocukluğuma üzülüyorum. Öğretmenlerimin -yollarına güller dökeyim- ama bizimle ilgilenirken bahçede, yemekhanede büyüyen çocuklarına ve birçoğumuzun görmeden, aslında bu davada çok insana dokunurken kendi çocuklarını ihmal edişine üzülüyorum. Belki herkes böyle değildir elbette; fakat yurtdışına çıkmam ve pek çok insanı analiz etmemle söylüyorum ki hizmete uzak, hatta dine uzak bir nesil geliyor.
“E sorunu söyledin, çözmeden gitme.” diyeceksiniz. Belki tam bir çözüm yoktur ama şunu demeliyim ki hiçbir kolej, hiçbir aktivite çocuğunuzla yaptığınız kısa bir yürüyüşün yerini tutmayacaktır. Bunu en iyi kolejlerde, hafta sonları bile yabancı hocalarla dil öğrenen ben söylüyorum.
HİYERARŞİ DAMINDAN ATLAYAMADIM
—“Hocam, birkaç günlüğüne kalacak yere ihtiyacım var.”
+“Tamam, ben arkadaşıma sorabilirim hocam isterseniz.”
—“Yok hocam, ben buradaki büyüğüme söyleyeyim; o önce orayla iletişime geçsin, biz böyle yapalım.”
Bir hafta sonra hocam beni arar ve oradaki kimseye ulaşamadığını, kalacak yer bulamadığını söyler. Bir saat sonra ulaşamadığı arkadaşımı ararım ve kalacak yeri ayarlarım.
Eee ne oldu sizin o hiyerarşik düzen? Allah katına kadar çıkan merdivende daha birbirinize odaklanamamışsınız. Elbette herkesin herkesi araması saçma olurdu ama bazen bu sistemde kendime yer bulamıyorum. Bulmak da derdim değil aslında. Elbette bir düzen olmalı; fakat insanlara yardımcı da olunmalı. Düzen düzen diyerek birçok şeyi bazen zorlaştırmaktayız.
Bu konuları konuşmaya, tartışmaya açık bırakıyorum dostlar. Çok sevdiğim bir ilahiyatçı arkadaşım bu konuda “O zaman sen taşın altına elini koymalısın.” der — ona hak veriyorum.
Ama nasıl yapılır bilmiyorum. Bundan mütevellit, sizlere derdimi açıyor ve en azından bir kişiyi bile düşündürebilirsem görevimi yapmış sayıyorum.
Her neyse… Ben dünyayı kurtarmayacağım ya.
Akıl sağlığınızı koruduğunuz günler diliyorum.
